Hal ve Sürgün

Yıldız Sarayının duvarları kalın ve çok yüksekti. Muhkem ve demirden büyük kapıları vardı. Askerler bu kapılarda gündüz ve gece nöbet beklerlerdi- Harem cihetinde, geceleyin nöbetçiler iç kapının önünde görünür, gündüz ise yalnız uzaktan burasını göz altında bulundururlardı.
Bir gün hu nöbetçilerin kaldırıldığını, saray muhafızlarının vazifelerine son verilerek izinli gönderildiklerini, yahut başka garnizonlara nakledildiklerini duyduk. Sarayda bir ağır hava vardı. Herkes bir şeyler biliyor, fakat bildiğini açıklamaya cesaret edemiyordu. Babamın saltanatına karşı bir aksülâmel vukua geldiğini, "Meşrutiyet" adı alanda yeni bir idarenin uygulanacağını ve babanım hükümdarlık selâhiyetlerini "Meclis-i Meb'usan" ismini taşıyan bir parlamentoya devretmeye icbar edildiğini, o zamanki siyasî anlayışımın müsaadesi nispetinde öğrenmiştim.
Bu telaşlı, sarayda emniyetin yok olduğu sıralarda, İngiltere, Fransa, Almanya gibi büyük devletlerin elçilerinin babamla mülakatları vardır. "Hâli hazır vaziyet karşısında, kendilerine müracaat vâki olduğu takdirde, devletlerinin, babamın emirlerine âmâde olduklarını" resmen bildirmişlerdir. Babam, bilmukabele, teşekkür etmiş ve "böyle bir şeye lüzum olmadığını" beyan etmiştir. Mülakatı takiben babamın:
"Bu hazırlıkların, tamamıyla benim hayatımın üzerinde olduğu, gün gibi âşikârdır. Amcam Abdülaziz'in akıbetine maruz kalacağım ise bence malûm! Bununla beraber, etlerimi cımbızla koparacaklarını bilsem, bir ecnebî devlete ilticayı düşünemem. Vatanımdan kaçmak mucib-i ârdır. Hatta bu, benim gibi otuz üç sene bir devlete Padişahlık etmiş bir insanın irtikâb edemiyeceği en büyük alçaklıktır. Ben Allahıma ve mukadderatıma tabiim." dediğini bizzat kulaklarımla işittiğim vakit, içinde bulunduğumuz, hâlin vehamet derecesini ancak kavrayabilmiştim. Bütün kuvvet ve kudret, şimdi bir gölge gibi, Yıldız duvarları için çekilmişti. Bunun ötesi, meşruti idarenin muhafazasına memur askerî kıtalarla işgal edilmişti. Kıt'alar saraydan ziyâde, parlamentoyu koruyacak tarzda vaz ve tertib edilmişlerdi.
Babama isnat olunan 31 Mart vak'ası zuhur ettiği vakit, ben onyedi yaşında idim. Babamın hâdiseden hiç haberi yoktu. Duyduğu vakit çok müteessir olmuştu. Mesele, bir garazkâr grubun tahrikiyle ve Meşrutiyet muhafızı kıt'aları, "şeriat isteriz" diye parlamento aleyhine isyan ettirmek şeklinde, babamın padişahlıktan hâl edilmesi için, icat edilmiş çok fecî bir tertip idi.
Hareket Ordusu, isyanı bastırmak gayesiyle İstanbul'a geldiği vakit Sarayı muhasara etmişti. Herkes odasına çekilmiş, kapılar sürgülenmişti. Hizmetkârlar, harem ağaları, mabeynciler, saray içindeki bendegân alınıp götürülmüşlerdi. Yemeklerimizi getirecek, dışarıdan alış-verişimizi yapacak kimse kalmamıştı. Evlerimizin dolaplarında ne varsa onlarla idare ediyorduk. Dışardan saraya hiçbir şey sokmuyorlardı. Hatta ekmek bile! Elektrik, su kesilmişti. Şehirden silah sesleri geliyordu. Tam bir muhasara hayatı yaşıyorduk. Sarayın bahçesine yağmur gibi kurşunlar yağıyordu. Odalarımızda pencerelerin önünden eğilerek geçiyorduk. Harem ağalarımızdan birisi aniden peydah oldu: "Bizim hepimizi topluyorlar, arabalara doldurarak götürüyorlar, fakat nereye gidildiği bilinmiyor. Ben aralarından kaçıp size malûmat vermeğe geldim. İhtiyatlı hareket ederiz. Bütün sarayın etrafını asker işgal etti." Harem ağası devamla: "Bu adamlar sarayın içine de girecekler. Efendimize de Allahü âlem tehlike var. Bir emriniz varsa, bu son vazifedir, hayatımı fedaya hazırım!" diye sözlerini bitirdi. Ne yapacağımızı bilmiyorduk, deli gibi olmuştum. Merdivenleri koşarak çıktım, çatı arasındaki pencerelerden etrafı gözetlemeye başladım. Sarayı çeviren müsellâh kıt'alar görülüyordu. Bunların yer değiştirmelerini, bir kalenin mazgalından seyreder gibi ihtiyatla takip ediyordum. Bu buhranlı ve her tarafta ölüm korkusu dolaşan günler tam bir hafta devam etti. Açlık tesirini göstermişti. Kız hizmetçilerimizle kıyıda, köşede ne varsa topluyor, bunları aramızda sadece midemizin ıztıraplarını dindirmeye yetecek kadar paylaşıyor, arta kalanını gene itina ile saklıyorduk.
Benim açlık filân düşündüğüm ve hissettiğim yoktu. Sultan Aziz amcamızın devrinden kalma kalfalardan hâl vak'alarını masal gibi dinlemiştim. Onlara ilâveten bizim de ikinci bir masal olacağımız aklıma geliyordu. Kendime göre planlarım vardı. Babam da ayni âkibete maruz kalacak olursa, ona evvelâ ben siper olacaktım. Canım tenimde kaldıkça onu müdafaa için savaşacaktım. Tabiî beni sağ bırakmayacaklardı, fakat gözüm açık iken babama herhangi bir düşmanın eli temas etmeyecekti. Ben babamdan evvel dünyadan gitmeye kararlıydım ve hazırdım.
Babamın başmabeyncisi Tahsin Paşa azlolmuş, onun yerine kâtiplerden Jön Türklerin itimat ettiği İttihat ve Terakki mensubu Cevat Bey tayin olunmuştu. Tesadüfen o gün babama gitmiştim, ilk defa huzura çıkan Cevat Bey "Ah efendiciğim, ben sizin sâdık bendenizim. Tahsin Paşa beni uzun zaman huzurunuza çıkarmadı. Büyük bir müzayaka içindeyim" diye yalvarır gibi konuşuyordu. Babam hareme girdi. Üzüntülü idi. Bütün saray halkınca dalkavukluk ve mürailiği ile isim yapmış böyle bir adamın kendisine hususî kâtip olarak verilmesinden duyduğu ye'si gizlemeye çalışıyordu. Çekmecesinden bir deste banknot alarak, selâmlıkta bekleyen Cevat Bey'e götürüp verdi. Fakat bu zengin ihsanı görünce yerlere kapanıp ayaklarını öpmeye çalışan Cevat Bey'i, bu teşebbüsünden dolayı hayatının en buhranlı ânında dahi tekdir ve takbih etmeyi ihmâl etmemiştir:
"Rica ederim! Secdeler Allah'a mahsustur. Bu gibi hareketlerde bulunmamanızı ve ikinci ihtara lüzum bırakmamanızı rica ederim" demiştir.
Birkaç gün sonra, babamın hâl'ine ve Reşad Efendinin cülusuna ait Meb'uslar Meclisi kararı tebliğ edildi. Babam gayet serin kanlılıkla: "Madem ki, otuzüç sene memnun edemedim, kimi isterlerse hayırlı etsin. Yalnız rica ederim, bütün ailemle beraber biraderimin oturduğu Çırağan Sarayına beni götürünüz," dedi. Tebliğ heyeti "Meb'uslar Meclisinde, Selanik'te hazırlanan köşke gitmeniz için karar alınmıştır," cevabını verdi. Babam: "Yorgunum ve yaşım da uzun yolculuklara müsait değildir. Allah'a kasem ederim ki, saltanatta gözüm yoktur, fakat ailemle Çırağan Sarayında ikametimi rica ediyorum" dedi. Tebliğ heyeti, Meclise yeniden arzedileceğini ve alınacak cevabın yeni başmabeynci Cevat Bey ile bildirileceğini söyleyip ayrıldı. Bir iki saat sonra cevap geldi. Derhal Selanik'e hareket için hazırlanılması hakkında Meclis kararını Cevat Bey, maalesef birkaç gün önce bir deste banknotu aldığı vakit yerlere kapanarak ayaklarını öptüğü babama, çok ağır sözler sarfederek bildirdi.
Ağzına aldığı kelimeler terbiye dışı idi, alelade bir adama dahi söylenmesi ayıptı, işte babam o zaman çok mahzun oldu. İkbalde iken en yakını, düştüğü vakit en insafsız hasmı kesilmişti. Babam çok nâzik bir edâ ile: "Hangi vicdan elverir ki, sarayda bu kadar masum ve günahsız kadınlar aç ve emniyetsiz bırakılsınlar. Şahsıma gelince, ehemmiyeti yok," dedi. Cevat Bey de: "Başınıza gelen ve gelecekleri evvelce düşünseydiniz!" şeklinde cevap verdi. Babam: "Düşenin yardımcısı Allah'tır. Elbette benim mazlum kalbimin âhı bir gün çıkacaktır," diye mukabele etti. 0 zaman babacığımın gözleri yaşla dumanlanmıştı. Bunu gördüğüm vakit kalbime bir hançer soksalar kat'iyen acı duymayacaktım. İçerden bir çığlık duyduk. Pencereye koştuk. Sarayın kapısı ardına kadar açılmış, eli süngülü askerler hareme giriyorlardı.
Yıldız Sarayının Mabeyn dairesinde babamın yanında bulunuyordum. Harem, validelerimizin bulunduğu bölme, askerler tarafından tecrit edilmişti. Başlarındaki kumandanlar vaziyete hâkim oldular. Bir tecavüz hâdisesine meydan vermediler. Mabeyn binası önündeki bahçede silah çatmava başladılar. Ben hayatımı istihkar ederek mücadeleye hazır vaziyette idim. Derhal dışarı fırladım, süngülü askerlerin arasından hızla harem bölmesindeki dairemize, annemin yanına koştum. Bir genç kızın açık-saçık bu hırslı ve cesurâ-ne koşusu herkesi şaşırttı, "Nereye gidiyorsun? Dur!", diye arkamdan bağırıyorlardı. "Ne bağırıyorsunuz! Sokağa kaçmıyorum," diye cevap verdim. Kim olduğumu bilmiyorlardı, ağızları açık, şaşkın nazarlarla beni takip ediyorlardı. Daireme girdim, annemle kucaklaştım. Babamla birlikte hemen Selanik'e hareket etmek üzere olduğumu haber verdim. Annem ihtiyatî bir tedbir olarak eşyaları toplamaya başlamıştı. Sür'atle babamın hediye ettiği mücevherlerin bir kısmını koynuma yerleştirdim, tekrar anneme sarıldım öptüm. Zavallı anneciğim: "Gitme, seni öldürecekler," diye arkamdan ağlayıp feryat ederken, ben yine bahçeye fırladım. Etrafa ölüm râşeleri dağıtan aynı silahların arasından geçtim ve tekrar babama mülâkî oldum.
Babam, Cevat Bey'le konuşmasını bitirmemişti. Babam Selanik'e gitmek istemediğini, o da alınan emrin yerine getireleceğini ısrarla ve bir düşman gibi beyân ediyordu.
Odaya girmem üzerine Cevat Bey dışarı çıkmak istedi, fakat önüne geçtim: "Cevat Bey bir hafta evvel, babamın huzurunda nasıl yerlere kapandığınızı, ayaklarını öptüğünüzü ve banknotları cebinize nasıl minnetle yerleştirdiğinizi görmüş ve babama nasıl bir lisan kullandığınızı kulaklarımla duymuştum. Şimdi de, sükûtunda, takındığınız tavra ve sarfettiğiniz sözlere şahit oluyorum, yüzünüzdeki maskeyi çıkarıp, hakîki çehrenizi gösterdiniz. Unutmayınız karşınızda bir âcize diye baktığınız kızın azmi ve kalbi büyüktür, sizin gibi kâfir-i nimet olanların intikamını alacaktır," dedim.
Babamın yanına koştum, o da hayretle yüzüme baktı ve hiçbir şey söylemeden, dışarı çıktı.
Babam harekete karar verdi, veda için, saray halkının Mabeyn salonuna gelmesine müsaade edildi.
Odalardaki kutularda ne kadar sigara varsa topladım, koynuma doldurdum, çünkü yolda babama en ziyâde lazım olacak şey, pek sevdiği özel sigaralarıydı. O zaman zayıftım, fakat göğsüm babama ait ufak-tefek bu gibi lüzumlu şeylerle iyice dolmuştu.
Nispetsiz şişkinliğimin, etrafımdakilerin dikkatini çekecek kadar büyüdüğünü hiç fark etmiyordum, kızlardan birinin başından örtüsünü, birinin de üstünden mantosunu çekip aldım. Kendime örttüm, oyalanmadan burayı terk etmeyi, en tedbirli hareket görüyordum. Babama da, usulca bu teklifi yaptım. Çünkü, artık nasıl olsa çıkarılıyorduk.
Hiç olmazsa bu galeyana kurban gitmemek, yahut onları tahrik edici bir intizara sebep olmamak lazımdı.
Bir aralık gözüme bir şey ilişti, bu, Cuma alayına çıkıldığı vakit, babamın arkasında duran harem ağasının elinde taşıdığı sarı çanta idi, merak edip ağalardan birine evvelce sormuştum: "Efendimizin su çantasıdır," demişlerdi. Babacığım susuz kalır diye, sigaralarından sonra, hemen bu su çantasını da elime aldım.
Kapının önüne, iki lando araba getirildi, silahlı askerler etrafta vaziyet almışlardı. Hemen binmemiz için haber geldi, saray halkı, başta annelerimiz, kardeşlerimiz olmak üzere, toplanmış ağlıyorlar: "Efendiciğim gitme, bizi de götür" diye bağırıyorlardı.
Babam hiç konuşmak istemiyordu, bir aralık bizlere hitaben: "Çocuklarım, hepinizin anneleriniz var, onlarla birlikte kalırsınız, çocuğu olmayan yalnız Fatma Hanım var, o benimle gelsin," dedi.
Derhal atıldım: "Efendim şu dakikada maalesef emrinizi ifâ edemiyeceğim, evimizde annemle vedalaştım. Kardeşlerime gelince, onlara müdahale edemem. Hiçbir şey istemiyorum, yalnız hayatımın sonuna kadar yanınızda kalacağım, her ne mukadderse beraber olacak," dedim.
Münakaşa etmeye zaten zaman yoktu, sürüklenir gibi merdivenlerden indik, iki arabaya taksim olduk, ben babamın arabasına bindim.
Muhafızların niyeti, arabaya biner binmez, babamı derhal götürmek ve bizleri geride bırakmak idi, fakat Allah onları şaşırttı, muvaffak olamadılar.
Bir haftadan beri cereyanı kesilmiş Yıldız Sarayından hava karardığı vakit ayrıldık.
Sirkeci istasyonunda subayların refakatinde trene bindirildik ve derhal sessizce hareket ettik. Babama bakıyordum, sakindi. Halinde telaş ve keder görünmüyordu. Ye'simi ve mahzun mahzun baktığımı görünce:
"Benim teessürüm sizin gibi gençlerin ve saraydaki kızların taarruz ve tecavüze maruz kalmaları ihtimalini düşünmekten ileri geliyor. Bana gelince canımın hiç kıymeti yoktur. Ecdadım bu devlet ve millete, büyük hizmetler ifâ ettikleri halde bir çokları ne felâketlere, ne feci âkibetlere uğramışlardır. Hanedanımızın kıymetini hiçbir zaman takdir edemediler. Vatanımız diye, Meşrutiyetin başından beri bar bar bağıranlar içinde, vatanın ne olduğunu bilmeyenler çoktur. Farkında olmadan yaptığım hatalar bulunabilir. Kusurdan yalnız Allah münezzehtir. Ben bir insanım ve milletime hizmet ettiğime kaniim," dedi.
Tahtı, sarayı, hazinesi ve askerleri elinden alındıktan; böyle karanlık bir gecede, silahların tehdidi altında, hangi âkibetin bizi beklediği meçhul iken; babamın mütehakkim bir edâ ile söylediği bu sözleri dinlediğim vakit; hayatımda onun, ne kadar büyük, ne kadar kuvvetli ve ne kadar sabırlı bir insan olduğunu ilk defa anlıyordum. Tahtının önünde ayaklarına kapanılan, yer öpülen bu insan, şimdi karanlık ve soğuk bir kompartımanın penceresinden, dalgın, ufukları seyrediyordu.
Baş muhafızımız Fethi Bey çok terbiyeli bir zat idi. Babama trende nezâket ve terbiye dairesinde muamele ettiği gibi, bizlere de aynı şekilde davranmıştı. Gece yarısı, büzüldüğümüz köşelerimizde uyandırıldık. Tren durmuştu. El fenerlerinin ışığı ve el yardımı ile arazide bir yere kollarımızdan tutularak indirildik. Babam kendi kendine basamaktan zemine atladı.
Dizlerimize kadar çıkan otların arasından yürüdük, tekrar arabaların hazır olduğu bir mahale geldik. Bunlara bindirildik ve yol almaya başladık, hayat ile memat arasında karanlıkta seyahat ediyorduk.
Küçük kardeşim iki buçuk yaşında idi, açlıktan ağlıyordu, ağladıkça annesi yanına aldığı sudan bir miktar ağzına damlatıyordu.
Büyük bir kapının önünde durduk. Fethi bey geldiğimiz yerin "Alâtini Köşkü" olduğunu ve ikametimize tahsis edildiğini söyledi.
"Emniyetiniz, benim muhafaza ve nezaretime tevdi edilmiştir, daima buradayım, bir emriniz olursa gelirim" dedi.
İstanbul'dan Selanik'e babamla gelenler, ilk defa, Alâtini Köşkünün avlusunda birbirlerini tam mevcudu ile görüp tanıdılar.
Babamın aşçısı, kahvecisi, dört tane harem ağası ve haremden kendi arzularıyla hizmet için gelen dört kız, mevcudun arasında idi.
Hemen köşkün içinde yerleşmeye ve babamı istirahate geçirmeye koyulduk. Selanik Valisi, bize bir tepsi yemek ve durma göndermişti. Babam bunları geri çevirdi. Biz okadar susamıştık ki, dayanamayarak kaşıkları unutulmuş dondurmaları alakoyup parmaklarımızla yemiştik.
Fethi Bey, uyumak için odasına gitmek üzere yanımızdan ayrılırken, bir kanepenin üzerinde baygın baygın uyuyan iki yaşındaki kardeşimi gördü. Ona yaklaştı, başını eğdi ve çocuğu öptü "Zavallı yavrucak," diye söylendiğini ve gözünden akan yaştan bir damlanın çocuğun yüzüne düştüğünü gördüm.
Fethi Bey'in bu asîl hareketinin, beni ne kadar teselli ettiğini tarif edemem. Fethi Bey temiz ahlâk ve vicdan sahibi bir zat idi.
Alâtini Köşkü şehir dışında büyük bir arazi ortasında üç katlı güzel bir bina idi, denize bakıyordu, möbleleri çok eksik idi, yemek salonunda bir masa, birkaç sandalye vardı. Odaların bazılarında, demirden eski somyeler ve üzerlerinde içi ot dolu küçük yastıklar bulunuyordu. Babam yatakta yatmazdı. Kendine mahsus şezlongları vardı. Onların üzerinde yatardı. Günde en fazla beş saatlik bir uykusu vardı. Babam birinci katta bir odayı seçti. İki koltuğu bir araya getirip kendine yatacak yer yaptı, "İşte yatağım!" dedi.
Babamı mahzun ve kederli sanıp, mahsusen gülerek ve neşe ile yanına gittim, koynumdaki sigaraların hepsini kendine teslim ettim, çok memnun oldu."Su çantanızı da getirdim, fakat anahtarı yok. Belki Nâdir Ağada kalmıştır, bir çakı olsa da kessek, belki susuzsunuz" dedim. Güldü ve "Bunda su yoktur, sudan daha mühim şey vardır. Bu hususu bilâhere seninle görüşürüz," dedi. Beni yanaklarımdan tekrar tekrar öptü. "Bu vaziyetimi görüp de, beni mahzun zannedip sakın kederlenmeyin kızım!" dedi. "Çok memnunum. Ceddimin hangisi fazla hizmet gayretini göstermişse, canlarını da bu uğurda kaybetmişlerdir, ben yalnız hâl-i tabiî ölmeyi tercih ederim. Ne öldürülmek ve ne de intihar etmek isterim."
"Dünyada kim baki kalmıştır, cümlemizin âkibeti ergeç ölümdür. Ecelimle rahat yatağımda ömrümü tamamlamayı arzu ederim, eğer nasibim bu ise bahtiyarım. Çoktan mevkiimi terk etmeği hatırıma koymuştum ve hatta bazı bendegânıma da söylemiştim; ama onlar daima mukavemet ederek, beni bu fikirden caydırmaya çalışmışlardır; çünkü refahları, saltanatımla kaimdi. Kendi arzumla yapmak istediğim, bugün bir emr-i vâki ile olmuştur.
Allah'ıma sığındım. Vicdanımı tâzip edecek harekette bulunmadım. Kimsenin başını menfaatim için kestirmedim. Kimsenin idamını imza etmedim. Yalnız bir tek harem ağasının idamını işlediği bir cinayetten dolayı kısasa kısas olmak üzere imza ettim," demiştir.
Gecelerimizi, şöyle bir köşeye büzülerek geçirdik. Küçücük, yastık kadar ince iki ot minderi birbirine bitiştirip, üzerine yatardık. Yorgan, yastık, çarşafa benzer hiçbir şey yoktu.
Babamın bitişiğindeki odada, toplu olarak, yatar, kalkar, otururduk. Diğer odalar boştu, istifade edemezdik. Burada bir hapis rejimine tâbi olduğumuz anlaşılıyordu.
Sabun yoktu. Alâtini Köşkünün eski sahiplerinden arta kalmış küçük sabun parçalarını idare ile kullanmaya mecbur olduk.
İlk yemeklerimizi hatırlarım, büyük bir teneke tabla içinde getirilirdi. Pilav ve yoğurttan ibarettiler. Çatal ve kaşık yoktu. Ellerimizle, yiyebildiğimiz kadar yiyorduk.
Babamın yemek takımını, kahvecisi beraberinde getirmişti. Musluklar pis ve sular zehir gibi acı idi; işte biz bunu avucumuzla içiyorduk. Bardak yoktu.
Panjurların açılması yasak edilmişti, güneş ve havadan da mahrumduk. Üzerimizdeki elbiseyi çıkarır yıkardım, kuruyuncaya kadar, çıplak oturur beklerdim. Diğerleri de aynen böyle yaparlardı.
Bahçede nöbetleşe devriyeler dolaşırdı. Kapıların anahtarları onlarda idi. Bizi dışarı çıkarmazlardı. Köşkün geniş terasına, serinlemek için bazı akşamlar, yalnız babam çıkabilirdi. Bu, babama unutularak bırakılmış, tek nefes alma imkânı idi. Selanik çok sıcak bir yerdi.
Bir ay, mahrumiyet ve azaplar içinde inim inim inledikten sonra, evlerimizden hepimize birer sandık eşya geldi.
Yatak levazımına, şahsî bazı eşyalarımıza kavuşmuştuk, hemen maneviyatımız düzeldi.
Babama, muhafız askerleriyle birlikte bütün masrafları için bin lira aylık tahsis edilmişti. Bundan nakit olarak bizlere de onar lira harçlık ayrılırdı.
Bu sürgün hâdisesinin fecî intibaları, bana asıl hürriyeti, fazileti ve samimiyeti öğretmiştir.
Sarayımızın hazinelerinin, yaldızlı salonlarının, konforlu yataklarının, ayaklarımıza kapanan Cevat Bey gibi mürâi memurlarımızın ne kadar kıymetsiz ve boş şeyler olduğunu; bu ot minderler üzerinde haşerelerle birlikte uyumaya, yıkadığım elbiselerin kurumasını, soyunmuş bir halde beklemeye çalıştığım o anlar bana öğretmişti.
Babamın yanında olmak, onu sıhhat ve afiyet içinde görmek bu sürgün ve mahpus hayatında bana, sarayda tanıyamadığım başka bir saadetin hazzını veriyordu.
Tenha koridorlarda, eski elbiselerimle, sarayda olduğumdan daha büyük bir gurur içinde dolaşıyordum.
Bazı geceler tenha bir odaya çekilir, ışığı söndürüp panjurları aralar, denizi ve mehtabı seyrederdim. Denizin enginliğini, gök kubbeyi hayran hayran temaşa ederdim.
Feryat ve figan içinde arkamda bıraktığım zavallı anneciğimi düşünürdüm. Onun kollarını arıyordum. Ah bir kere kucaklayabilsem, ne kadar mesut olacağım diye hayallere dalardım.
Babamdan sonra kalbimde sakladığım benim de gizli ve temiz duygularım vardı. Kalbim işte bunlarla taşmaya başlayınca; aylığımla Selanik'te tedarik ettiğim mandolinimi alır, telleri üzerinden, göz yaşlan içinde en sevdiğim nağmeleri çıkarmaya çalışırdım. İçimde coşkun ümitler çağlardı. Sonra pencereyi kapar oturduğum ot minder üzerine uzanır ve uykuya dalardım.
Sabahlan uyanır uyanmaz, o tatlı güneşi görmek, sıcaklığını vücudumda duymak arzusuyla, nöbetçilerin pek ilgi göstermedikleri pencerelere koşar, panjurları aralardım.
Muhafızımız Fethi Bey, bizimle uzun müddet kaldı. Sonra yerine Rasim Bey isminde başka bir zat tayin edildi. Fethi Bey, babama arzı veda için geldiği vakit: "Bu vazife bana çok ağır geliyor. Aldığım emirlere göre hareket etmek benim harcım da değil, vicdanım müsaade etmiyor. Hepinizden hoşnut olarak ayrılıyorum," demiş ve ayrılmıştır.
Yeni muhafızımız da fena bir adam değildi. Fethi Bey gibi yavaş yavaş ona da ısınmaya başlamıştık.
Babamı muazzep eden bir tek mesele vardı. Bizlerin evlenme zamanımızın gelmesi ve vaktimizin geçmesi idi.
Bir gün Rasim Bey'i yanına çağırdı, bu meseleyi ona açtı. Kendi hayatında, kızlarının evlenmesini gözleriyle görmeye muktedir olamazsa dahi, uzaktan olsun, duymak bahtiyarlığını arzuladığını ve bunun İstanbul hükümetine bildirilmesini rica etti.
İstanbul'a yazıldı, cevap beklenmeye başlandı.
Kurban bayramı arifesi idi. Harem ağalarından birini, zabitler, odalarına davet ettiler ve bana şu haberi yolladılar:
"Söyleyiniz, kardeşlerinin büyüğüdür. Bu gece odalarının altına gaz koyduk. Açıkta demirli duran Mesudiye zırhlısı köşkü bombardıman edecek. Babaları ve köşk mahvolacak. Kendileri gençtir, acıyoruz. Gece yarısı kardeşleriyle beraber bizim dairemize gelsinler. Biz onları muhafaza ederiz."
Bunun ne kadar çirkin bir plan olduğunu anlamak için insanda biraz izan olması kâfidir. Zavallı harem ağası bunu gerçek zannederek, babamın başına gelecek bir felâketten derin endişe duymaya başlamıştı.
Kendisine "Babamızın mukedderatı ne ise bizimki de o olacaktır," dedim. "Hapishanede ne karakterde adamların ellerinde olduğumuzu pek iyi takdir edenlerdenim. Bilhassa ben hayatta hiçbir şeyden korkmayan bir kızım, tekliflerini kabul etmeme imkân yoktur. Aynen bunları söyleyin!" diye ihtar ettim.
Gaye, bizi bir gece için odalarına almak, kızları namus ve iffetten mahrumdur şâyiasını yayarak babamı küçük düşürmekti. Çok şükür hiçbir şey olmadı.
Benim İstanbul'a dönmem için hükümetten müsaade geldi ve Rasim Bey vasıtasıyla babama tebliğ edildi. Hayatımda en korktuğum acı dakikaları yaşıyordum. İstanbul'a trenle dönecektim, arabalar kapıda bekliyordu. Babamla göz yaşları içinde kucaklaştık, sürekli buseler ile birbirimizi koklaya koklaya öpüştük. Babam nasihatlarını, hayır ve dualarını yaptıktan sonra, âdeta koşarak odasına kapandı, diğer kader ortaklarımla da aynı şekilde göz yaşları içinde kucaklaşarak vedalaştım.
Köşkün kapısından çıkacağım sırada Rasim Bey yanıma sokuldu.
"istanbul'dan alınan emir ihtizasınca; şu odada üzeriniz aranacaktır," dedi ve beni arama odasına götürdü. İçerde üç kadın gördüm. Rasim Bey: "Bu hanımlar bizim zevcelerimizdir. Üzerinizdeki elbiselerinizi çıkaracaksınız, her tarafınız aranacaktır," dedi. "Muayeneyi takiben şu bohçada duran başka elbiseleri giyeceksiniz, öbürleri burada terk edilecektir," dedi.
Ümitsiz bir mukavemet göstermek istedim; fakat gene dediklerini yaptılar. Âmirlerinden aldıkları emri harfiyen tatbik ettiler. Çarnâçar soyundum. Ellerinde bir esîre gibi idim. Ne isterlerse yapabilirlerdi. Müdafaasız ve âciz idim.
En mahrem yerlerimize kadar muayeneyi uzattılar. Artık teferruatım yazmağa insanın hicap duygusu mâni olmaktadır.
Bana refakat edecek olanlar da teker teker ayni muayeneye tâbi tutuldular. İstanbul'da birisine verilmek üzere, babama ait bir. pusulanın üzerimizde bulunup bulunmadığını tetkik ediyorlardı. Saçlarım çok uzundu, her bir telini ayrı ayrı yokladılar, fakat kime kimi şikâyet edebilirdim. Sükûtu tercih ettim.
Hava iyice karardıktan sonra arabalara binip istasyona geldik, oradan da hususî bir trenle İstanbul'a hareket ettik.
Sirkeci istasyonunda annem beni karşıladı. Ayrılığımız, tam bir yıl sürmüş, fakat bu müddet, her ikimize asırlar kadar uzun gelmişti. Karşılaşmamız hem tatlı, hem hazin oldu. Sarayın dışında kalmıştık. Şimdi Nişantaşı'nda bir konağımız vardı. Orada yaşayacaktık.
İlk işim, muhafız Rasim Bey'e mektup yazarak, babamı sormak oldu. Bir hafta sonra cevabını aldım. Babamın çok memnun olduğunu, mümkünse her zaman kullandığı "Jean-Marie Farina" kolonyasından göndermemi istiyordu.
Derhal tedarik edip, ikinci bir mektupla yolladım. Alındığını , babamın sıhhat ve afiyette olduğunu, kolonyalardan çok memnun kaldığını sevinerek öğrendim.
Babam Abdülhamid Saray ve Sürgün Yılları , Şadiye OSMANOĞLU , Sf :47-64