1827 yılında Rus, İngiliz ve Fransız deniz kuvvetleri, gizlice anlaşarak herhangi bir savaş sebebi (casus belli) olmaksızın Navarin'de toplanmış bulunan Osmanlı donanmasına ani bir baskın vermiş, tam 52 savaş gemimiz batırılmış, 6 bin levendimiz de şehadet şerbetini içmişti. Bu kritik olay, bir yandan Yunanistan'ın bağımsızlığına giden yolu açacak, öbür yandan da Osmanlı yöneticilerine, Avrupalı devletlerden hiçbirine güvenilemeyeceğini -bir kere daha- öğreten yakıcı bir tecrübe olacaktı. Yüzyıllar boyu Osmanlı sayesinde palazlanmış Fransa bile çıkarı gerektirdiğinde dostluğunu gözünü kırpmadan satabiliyordu. Nitekim aynı Fransa, 3 yıl sonra Cezayir kıyılarına çıkarma yapacak ve Osmanlı'nın bu en batıdaki kanadına dişlerini geçirecekti.
Peş peşe yaşanan bu iki facia, Osmanlı devlet ricalini, dış politikada yeni alternatifler aramaya zorlayacak ve Osmanlı dış politikasında "Amerika kozu" böylece devreye girecektir. Bağımsızlığını kazanalı yarım asır bile olmamış ABD'nin İstanbul'da gündeme gelişi, böyle bir ortamda gerçekleşmişti. 1799'da ABD'nin Lizbon maslahatgüzarı İstanbul'a bir antlaşma yapmak üzere gönderilmişse de, görüşme gerçekleşmemişti. Bir yıl sonra Kaptan W. Bainbridge, Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa'yla görüşerek ABD'nin Osmanlı Devleti'yle bir antlaşma yapmak istediğini bildirmiş, ne var ki, teklif sıcak karşılanmasına rağmen bir sonuca bağlanamamıştı. Osmanlı'yla el sıkışamayan ABD, Cezayir ve Libya (Trablusgarp) yöneticileriyle muhatap olmuş, anlaşamadığı zamanlarda ise savaş açmış, ancak gemilerini bir türlü rahatça seyrettirememişti Akdeniz'in tuzlu sularında. Sebep? Akdeniz'i hâlâ avucunda tutan Osmanlı ile bir antlaşması yoktu da ondan.
Bu tatlı günler pek çabuk geçti. Rusya, Fransa ve İngiltere'nin elde kalan topraklarını parçalayacağını gören Osmanlı stratejistleri, bu defa yeni ekonomik ve askerî güç olarak ABD'yi hatırlayacak ve 1830'lardan itibaren artık Osmanlı limanlarına, Amerikan bayrağı taşıyan ticaret gemileri de yanaşacaktı. Yalnız ticaret gemileri mi: Başkan Jackson döneminde Henry Eckford adlı ünlü mühendisin eseri olan savaş gemisi, 150 bin altına Osmanlı donanmasına katılmıştı. (Anlatayım da gülün biraz: İç savaşta istihdam edilmek üzere Osmanlı limanlarından "deve" ithal eden Amerika, bunun karşılığında İzmir Valiliği'ne tüfek hediye etmiştir. Rivayete göre bizim Amerikan tüfekleriyle ilk selamlaşmamız böyle olur.)
Lakin silah ithalatında asıl kırılma noktası 1870'lere rastlar. ABD, iç savaştan yeni çıkmıştır. Kuzey'in silah fabrikaları iç savaş sırasında üretim hacmi ve teknoloji bakımlarından ön sıralara yükselmiştir. Seri üretimden dolayı fiyatlar düşmüştür. Elde milyonlarca tüfek kalmıştır ve bunlar için uygun bir pazar aranmaktadır. Bu "uygun" pazarlardan birisi de Osmanlı Genelkurmayı olacaktır. Nitekim 1869 yılı sonlarında Osmanlı kışlalarına 239 bin Enfield marka tüfeğin katıldığını görüyoruz. 5 yıl sonra ise tüfeğin markası, sonradan ünlenip türkülerimize kadar girecek olan Martini'ye dönüşecek, sayısı da 500 bine vuracaktır. Böylece 1870'ler itibariyle Osmanlı'nın silah aldığı birinci ülke konumuna yükselecektir ABD. Hele 93 Harbi diye bildiğimiz 1877-78 Rus Savaşı'nda silah ithalatı çılgınca artmış, bu kritik dönemeçte Amerikan silah şirketleri tam kapasite çalışmış ve milyonlarca kurşun, fişek ve tüfek yollamışlardır cephelerimize. Tabii buna karşılık milyonlarca dolarımızın da ABD silah şirketlerinin kasasına aktığını söylememe gerek yok.
Bu silahlanma çabası, II. Abdülhamid döneminde artarak devam edecektir. General Berdan ve Albay Lay'in savaş gemisi (torpidobot) satabilmek için İstanbul'da nasıl kıyasıya bir rekabete girdiklerini belgelerden takip edebiliyoruz. Oral Sander ve Kurthan Fişek'in sunduğu Amerikan belgelerinden öğrendiğimize göre ("Türk-ABD Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı", İstanbul 1977, Çağdaş Yayıncılık), adı muhaliflerince, yok yere "denizcilik düşmanı"na çıkartılan Abdülhamid'in iktidar yıllarında çok sayıda yerli ve yabancı imalat savaş gemisi denize indirilmiş ve denizaltılar da dahil, Osmanlı donanması elden geldiğince takviye edilmiştir. Ancak ağırlığın kara kuvvetlerine verildiği aşikâr. Nitekim İstanbul'daki Amerikan elçisi Terrell, ABD Dışişleri Bakanı'na yazdığı 1897 tarihli mektupta, Abdülhamid'le bir görüşmesini anlatır ki, ibret vericidir. Osmanlı bu sırada Yunanistan'a savaş açmıştır ve ordularımız Dimetoka'ya kadar ilerlemiştir göz açıp kapayıncaya kadar. Dünya şaşkınlık içinde izlemektedir Osmanlı ordusunun ne yapacağını. "Hasta Adam" dirilmekte midir yoksa?
Karşılıklı iltifatlardan sonra Sultan, askeri birliklerin silahlandırılmaları ile sahil bataryalarının yapımından söz açar, ardından topçuluk alanında ABD'deki en son deneylerin sonuçları hakkında bilgi ister. Besbelli bu ilgiden elçinin kafası karışmıştır ama ABD ordusunun henüz kullanmaya başladığı tüfeklere dikmiştir gözünü Abdülhamid; bu konu üzerinde, Terrell'ın deyişiyle, "özellikle" ve "ısrarla" durmuştur. Terrell'ın savaş halindeki Osmanlı ordusuna dair gözlemlerinde bu gözlerinden zekâ ve bilgi ışıkları fışkıran Sultan'ın etkisi sürekli hissedilir:
"Askerlerin kusursuz donanım ve disiplini yanında, sağlık ve temizliğin geliştirilmesi için gösterilen büyük özen şaşırtıcıdır. Her keresinde kırk asker alabilen dev bir Türk hamamı her an kullanılmaya hazır beklemektedir. Türkiye'nin elinde donanım ve cephanesiyle birlikte 1 milyon adet Mavzer silahı bulunmaktadır. Bakanlığımızı ilgilendirebilir: Avrupa'nın bu "Hasta Adam"ının karşısına yalnızca bir tek düşman güç çıkarsa, herhalde modern zamanların en dinç ve dinamik hastasına tanık oluruz."
Sultan Abdülhamid'in Amerika kozu, gelecek haftamızı da işgal edeceğe benzer. Olsun, değmez mi?