Sultan Abdülhamit ve Samuraylar MUSTAFA ARMAĞAN

'İçeriye girdiğimde Padişah, salonun ortasındaki büyük masanın başında en büyük ölçekli, Kipert Paftası denilen haritanın başındaydı. Harita üzerine Japon ve Rus bayrakları iğnelerle yerleştirilmişti.
Böylece Rus-Japon savaşında kimin hangi toprakları elinde tuttuğu takip ediliyor, gelen haberlere göre bayraklar yer değiştiriyordu. Abdülhamid, bizi bu masanın sağ ve solundaki yaldızlı koltuklara oturttu ve Paşa'ya bayrakların doğru yerlere yerleştirilip yerleştirilmediğini sordu.'

Özetleyerek aktardığımız bu cümleler, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Başbakanı Rauf Orbay'a ait. O zamanlar henüz 20'li yaşlarında genç bir bahriyeli subay olan Rauf Bey kadar, yaverlik ve tercümanlığını yaptığı Amerikalı amiral Bagnam Paşa da şaşkındır Sultan'ın Rus-Japon savaşına duyduğu bu derin alaka karşısında. Yıldız Sarayı'na kapanmış bir despot olarak gördüğü Sultan'ın, dünya ahvalini, özellikle de Japonların Mançurya'daki ilerleyişlerini böylesine yakından takip edişi karşısında hayret duygularını gizleyemeyen Bagnam, Abdülhamid'in çözülmesi çok zor bir bilmece olduğunu söyleyecekti genç bahriyeliye.

Lakin yukarıdaki manzarayı görenlerin pek bir anlam veremedikleri derin ilginin, Abdülhamid'in şehzadelik demlerine uzanan renkli bir mazisi vardır. Abdülhamid'in tahta çıkmasına henüz 4 yıl vardır (1872). Bir gün biraderi (sonradan "V. Murad" adıyla tahta çıkacak olan) Murad Efendi'yle görüşürken eline "Hadika" gazetesi tutuşturulan Sultan Hamid'in dikkati, Paris'te düzenlenen bir sergiye Japonya diye bir ülkenin katılacağı haberine mıhlanır. Japonlar Avrupa'ya ilk ciddi çıkarmayı bu sergide yapacaklardır. Doğulu bir halkın ilerleme yolunda aldığı bu hızlı mesafeden etkilenen Abdülhamid, Zincirlikuyu'daki köşküne döner dönmez doktoru ve danışmanı Mavroyeni Bey'den Japonlar hakkında ayrıntılı bir rapor ister. Bundan sonra onun dünyasında Japonya, bir Doğulu halkın kendi inanç ve geleneklerini terk etmeden modernleşmeyi başarmasının modeli olacaktır.

İlgi yelpazesini bilgilerle destekleyen Abdülhamid, Japonya'nın özellikle Rusya karşısında başarılı olacağını öngörmüş, çıkacak bir savaşta Rusları yenilgiye uğratabileceğini tahmin etmişti. O, Japonya'nın özellikle Rusya karşısında sadık ve dost bir müttefik olacağına inanıyordu. Bir ara Japonların Avrupa'ya görgü ve bilgilerini artırmaları için gönderdikleri 5 Samuray, dönüşte İstanbul'a uğrar. Ancak asıl fırsat, 1880'de ayağına gelir Sultan'ın. Gelen, İmparator Mikado'nun akrabası Prens Hebi'dir. Böylesine kıymetli bir misafir İstanbul'a gelir de, Sultan fırsatı kaçırır mı? Kendilerini izzet ü ikramla karşılatır, Beyoğlu'nda lüks bir otele yerleştirir ve heyete Yıldız Sarayı'nda parlak bir ziyafet verir. Tercümanlar vasıtasıyla Mikado ve Japonya hakkında bilgiler alır. İlgiden fevkalade memnun kalan Japonlar, iki ülke arasında ticarî ve siyasî münasebetler kurulmasını teklif ederler ve böylece Osmanlı Devleti ile Japonya arasında ilk bağlar kurulur.

İlk teklifin Japonlardan gelmesine özen gösteren Abdülhamid'in isteği olmuş, şartları koyan taraf olma şansı doğmuştur. Başlangıçta Rusları ürkütmemek için siyasî değil, ticarî ilişkilere ağırlık vermeyi teklif eder ve İmparator ile şahsî bir dostluk kurmayı önemser. Böylece hem ilişki kurulmuş olacak, hem de Rusya'nın yıldırımlarını üzerine çekmemiş olacaktır.

1887'de altın bir fırsat çıkar karşısına. İmparatorun yeğeni Prens Akihito İstanbul'a gelecektir. Parlak bir karşılama töreni düzenlenen heyete Dolmabahçe Sarayı'nın bir dairesi tahsis edilir. Japon imparatoru, Abdülhamid'e özel bir mektup ile devletin en büyük nişanını göndermiştir. O zamana kadar Batılı ülkelerden hiçbirinin nişanını kabul etmemiş olan Sultan, Mikado'nun bu hediyesinden çok memnun kalır ve ressam Şeker Ahmed Paşa ve diğer dil bilen yaverlerini Prens'in mihmandarlığına tayin eder. Japon heyeti, o zamanlar hanedan üyeleri dışındakilerin girmesi yasak olan Hazine-i Hümayun'u dahi gezme imkânını bulur. Abdülhamid bu geziye nasıl mukabele edeceğini düşünür ve sonunda bulur: Japonya'ya bir gemi gönderecektir!

İşte Osmanlı'nın mesajını Güneydoğu Asya ve Japonya'ya götürecek olan "misyoner" gemimiz Ertuğrul'un hazin macerası böyle başlar. Uzakdoğu Müslümanlarının moral kaynağı olan Ertuğrul, Süveyş Kanalı'ndan geçerek Yokohama limanına demirler ve Tuğamiral Osman Bey İmparator'u ziyaretle Sultan'ın hediyelerini takdim eder. Japonya ayaktadır. Halk limanda toplanır, halk sokaklarda tezahürat yapar, halk evlerinde ağırlar misafirlerini. Hele bir Cuma günü gemi mürettebatının bir meydanlıkta namaz kılmaları halkı iyice meraklandırır. Ne var ki, yaşlı Ertuğrul gemisinin dönüş yolunda uğradığı feci kaza, İstanbul'da olduğundan daha büyük bir yara açar Japon halkının kalbinde. Günlerce yas ilan edilir, yardım kampanyaları açılır, imparatorun eşi dahi kendi elleriyle yaralı olarak kurtulan askerlerimize üst baş dikmek için seferber olur.

Tam 581 seçme denizcimizi kaybettiğimiz Ertuğrul faciası, Türk-Japon dostluğunun, halklar arasında bir sempati dalgasının kabarmasına vesile olmuş ve bu dostluk bugüne kadar kesintisiz olarak yaşamıştır. Belki Ertuğrul şehitleri bugün eskisi kadar hatırlanmıyor ama ülkemizde Japonlara, Japonya'da da ülkemize duyulan sempati Koizumi'nin sıcak ziyaretinde de anlaşılacağı üzere, eksilmeden devam ediyor. (Son gelen haberlere göre Başbakan Juniçiro Koizumi Japonya'daki Türk Okulları'nın yöneticilerini Çırağan Sarayı'nda kabul etmiştir.) Bu nadir görülen sivil sempati dalgasının arkasındaki mimarların Sultan Abdülhamid ve İmparator Mikado olduğunu da biz hatırlatalım istedik.

[SORUN, CEVAPLAYALIM]

Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'na karşı mıydı?

"Vahdettin hain miydi?" sorularının devam etmesinden belli: "Şu Çılgın Türkler" epeyce akıl karıştırmış. İleride ayrıca yazacağım ama şimdilik kısaca değineyim. Mustafa Kemal, Kâzım ve Fevzi Çakmak paşaların Nisan 1919-Nisan 1920 arasında Cuma selamlıklarından sonra Sultan Vahdettin'le baş başa yaptıkları görüşmelerde neler konuştukları bilinmeden bu konuda nasıl karar verilebilir ki? Burada dikkatinizi, 1920'ye kadar İstanbul'da kalmış olan Fevzi (Çakmak) Paşa'nın 27 Nisan 1920'de, yani Meclis'in açılışından sadece 4 gün sonra TBMM'de yaptığı konuşmaya çekmek istiyorum. Bu konuşmada Meclis'e Vahdettin'in selamını getiren Osmanlı Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, Vahdettin'in kendisine "Aman Anadolu ile irtibatı temin ediniz" dediğini aktarmıştır. Daha da ilginci, Meclis kürsüsünden, Vahdettin'in Milli Mücadele aleyhine verilen fetvayı İngiliz süngüsü altında imzaladığını anlattığı zaman milletvekillerinden en ufak bir tepki gelmemesi, sadece "Şüphesiz, şüphesiz" seslerinin duyulmasıdır! Yani 1920 Nisan'ında TBMM, Vahdettin'in kendilerini ihanetle itham eden fetvasını ciddiye dahi almıyordu. Ciddiye alınması için 1924'ü beklemek gerekecekti!