Okutulması ve iyi anlatılması gereken mağlubiyetler vardır ki, iyi tahlil edildiğinde zaferleri ve başarıları öğretmiş olmaktan daha müsbet sonuçlar doğurur. Tarih eğitimimizde Balkan hezimeti, üstü küllenmesi gereken, arızi bir başarısızlık gibi gösterilmektedir ve bu tutum yanlıştır. Bu mağlubiyet, âdeta bir destan tâlim edercesine okutulmalı, bütün detaylarıyla öğretilmelidir.
İvo Andriç, meşhur eseri 'Drina Köprüsü'nde, Türkiye'nin uğradığı Balkan Harbi felâketi'nin Vişegrad kasabasında nasıl algılandığını tasvir ediyor. Vişegrad kasabası, ortasında meşhur köprünün yer aldığı ve roman karakterinin yaşadığı yerdir.
Diyor ki İvo Andriç...
"Uvats'da, Avusturya-Macaristan ile Türkiye arasındaki sınırın ayrıldığı yerden aynı isimde bir çay geçiyordu. Çayın üstündeki köprü ise Avusturya ile Türk karakolunu birbirinden ayırıyordu. İşte bu köprünün başında bir Türk subayı ile bir bölük asker göründü ve Avusturya tarafına geçti. Subay teatral bir jestle kılıcını köprünün korkuluğuna vurarak kırdı, sonra da Avusturya jandarmalarına teslim oldu.
Aynı anda tepeden aşağı grili Sırp piyadeleri indi, Bosna ile Sancak arasındaki eski hudut boyuna yerleşti. Eski tarzda donatılmış Türk askerinin yerini aldı. Artık Avusturya, Türkiye, Sırbistan arasındaki sınır noktası kaybolmuştu. Daha dün Vişegrad'ın onbeş kilometre ötesinde bulunan Türk sınırı bin kilometreden fazla gerilemiş, Edirne'nin ötesinde bir yere çekilmişti."
Balkan Savaşı, bırakınız tarih derslerinin içinde bir konu olarak üzerinde durulmayı, başlıbaşına bir ders ismi olacak derecede önemli sonuçlar doğurmuş bir felâketti. 'Modern Türkiye'yi doğuran dizi olayların içinde Balkan Savaşı ayrıca çok önemli bir yere sahiptir.
Bu savaş, hep kahramanlığıyla, vuruşkanlığıyla, cesaret ve metâneti ile tanınmış Türk Ordusu'nun uğradığı en zelîl, en berbat ve en kat'i mağlubiyeti teşkil eder. Öyle ki, dört küçük ve önemsiz Balkan devletinin ilk defa kendi aralarında çekişmeyi bırakıp ittifak ettikleri ve Osmanlı Devleti'ne karşı savaş açtığı duyulduğunda, Batı dünyasının ağabeyleri, yani "Düvel-i Muazzama" hemen harekete geçerek, bu savaş sonucunda oluşabilecek sınır değişikliklerini tanımayacaklarını açıklamışlardı. Bu kararın anlamı o gün için şuydu: Düvel-i Muazzama savaşı kesinlikle Osmanlılar'ın kazanacağını hesab ediyor ve Balkanlarda yeniden genişlemelerine müsaade etmeyeceğini peşinen açıklıyordu. 1897 Osmanlı-Yunan Harbi'nde de öyle olmuştu. Yunan birliklerini Dömeke mevzilerinde perişan eden Osmanlı ordusunun zaferi siyasi sonuçlara dönüştürülmemiş ve Türkler lehine sınır değişikliğine gidilmemişti. Bu askerî zaferin Osmanlılara kârı, Sultan Abdülhamid'in kazandığı "Gazi" unvanına ilâveten kamuoyunda morallerin düzelmesinden ibaret kalmıştı.
Ne var ki beklenenin aksine Osmanlı ordusu -üstelik kâğıt üstünde tek başına dört rakibinden daha üstün nitelikler sergilemesine rağmen- feci bir mağlubiyete uğradı. Bu mağlubiyetin başlıca ve en önemli sebebi, ordu içinde siyasi kamplaşmanın husule getirdiği zaaftır. İyi donatımlı, karnı tok, sırtı pek Osmanlı birlikleri bu savaşta âdeta arkalarına bakmadan İstanbul'a doğru kaçtılar; bazı topçu bataryaları tek mermi yakmadan cephane sandıkları, katırlar ve arabalarla düşman eline terkedildi. Tren hattıyla beslenen ikmal yollarında vagonlarla erzak bekletilirken bazı birliklerin açlıktan ağaç kabuklarını kemirmek zorunda kaldıkları görüldü. Devletin batı sınırları, neredeyse İstanbul'un Yedikule semtine kadar geriledi.
Sadece yenilmedik, sadece mağlubiyetin utancıyla kalmadık, Balkan sınırlarımız, Andriç'in dediği gibi birdenbire bin kilometre civarında doğuya kaydı. 14. yüzyıldan bu yana devletin akciğerlerini teşkil eden Rumeli coğrafyası, bütün zenginlikleriyle devletten koptu ve böylece milletlerarası ilişkiler tarihinde "Balkan meselesi" diye isimlenen bir büyük problem ortaya çıktı.
Balkan Savaşı'ndan sadece iki sene sonra Osmanlı ordusu, 1. Cihan Harbi'ne girdi ve savaştığı her cephede dostun da düşmanın da takdirini kazanacak bir cesaretle dövüştü. İki sene zarfında küçücük Balkan devletlerinin derme-çatma birlikleri önünde dökülen bir ordunun gösterdiği performans şaşırtıcı bulundu ama asıl şaşırtıcı olan Balkan Savaşı'ndaki mağlubiyeti doğuran o anlaşılmaz zaaftır.
Osmanlı devleti, Balkanlar olmaksızın ayakta duramazdı; "devletin ciğeri söküldü" sözü, bu anatomik imkansızlığı güzel özetler. Balkanlar'ın kaybından sonra devletin yıkımı, sadece 6 seneye sığmıştır ve Balkanlar olmaksızın devletin "imparatorluk" ideolojisini sürdürmesi fiilen imkânsızdı. Türkiye'nin "millî devlet" şekline bürünmesi artık kaçınılmazdı ve Cumhuriyet'le birlikte biz, -biraz da kaçınılmaz bir gereklilik eseriyle- millî devlet modeline geçtik. Balkan Harbi, içerde milliyetçi fikirlerin uyanmasında birinci derecede âmil oldu; "millî edebiyat" böyle başladı; Türkçe'nin -devlet eliyle değil- yazar ve edebiyatçıların hamlesiyle pek güzel bir istikamette sadeleşmeye başlaması da aynı hadisenin sonuçlarındandır.
Artık Rumeli yoktu; Avrupa kıt'asında Türk varlığı yoktu. Bugün Misak-ı Millî diye son derece önemsediğimiz sınırlar da Rumeli'yi dışarda bırakır.
Okutulması ve iyi anlatılması gereken mağlubiyetler vardır ki, iyi tahlil edildiğinde zaferleri ve başarıları öğretmiş olmaktan daha müsbet sonuçlar doğurur. Tarih eğitimimizde Balkan hezimeti, üstü küllenmesi gereken, arızi bir başarısızlık gibi gösterilmektedir ve bu tutum yanlıştır. Bu mağlubiyet, âdeta bir destan tâlim edercesine okutulmalı, bütün detaylarıyla öğretilmelidir.
Osmanlı devleti'nin iki eski hudut komşusu ile ilişkilerimiz, bugün de en istikrarlı hudutlarımızı oluşturuyor: Rusya ve İran. Lozan sınırları ile husule gelen yeni komşular Türkiye'ye öteden beri enerji kaybettiren ihtilafların odağında durdular: Yunanistan, Bulgaristan, Suriye, Irak ve SSCB'nin dağılmasından sonra Ermenistan gibi ülkelerle süregelen ihtilâflar, Osmanlı Devleti'nin enkazı tasfiye edilirken hesabın iyi yapılmadığını izah etmektedir. Nitekim genç Türkiye'nin İstiklâl Harbi, netice itibariyle doğu cephesinde Rusların organize ettiği Ermenistan, batı cephesinde ise eski tebâ mevkiindeki Yunan (Rum) unsuruna karşı görülmüş bir hesaplaşma hükmündedir.
Osmanlı devleti alelacele yıkıldı, lâkin enkaz sahasında hâlâ toz-duman yükseliyor.
Ahmet Turan Alkan , Aksiyon Dergisi , sayı 635